Saltanat Mücadelesi ve Çöküş
Selçukluların Türklüğe, İslam dünyasına ve insanlığa
yaptıkları hizmetlerle kısa sürede yükselmeleri, düşmanlarını hızlı bir
faaliyet içine soktu. Bizanslılarla ve sapık fırkalarla mücadele eden âlim ve
kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların ünlü
veziri Nizamülmülk,Hasan
Sabbah'ın fedailerinden bir batınî tarafından; arksından Sultan
Melikşah, Bağdat'ta zehirlenerek şehit edildiler.
Melikşah'ın ölümüyle başlayan saltanat mücadelesinde Şam meliki
Tutuş, derhal sultanlığını ilan etti. Bu arada Melikşah'ın hanımı Terken Hatun
da, küçük oğlu Mahmud'u sultan ve torunu Cafer'i halifenin veliahdı yapmak
için bütün gücüyle uğraştı ve 1092'de Mahmud'un saltanatını ilan ederek,
namına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada taraftarlarıyla Rey'e
çekilen Berkyaruk da sultanlığını ilan etti ve Terken Hatun'un üzerine
gönderdiği orduyu Burucerd'de bozguna uğrattı. Terken Hatunun Gence meliki
İsmail'i yanına çekmesi de bir yarar sağlamadı.
Terken Hattunun bir suikast neticesinde öldürülmesiyle,
saltanat mücadelesi, Tutuş'la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine
yürüdüyse de, 1093 yılında vuku bulan uzun mücadeleler sırasında birçok emîr,
Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk, karşısında orduyu bozguna
uğrattı. Ayrıca Tutuş'un ölümüyle bütün rakiplerini bertaraf ederek, Bağdat'ta
adına hutbe okuttu.
Sultan
Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti: a) Irak ve Horasan, b)
Suriye, c) Kirman, d) Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca
Doğu Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeglikler ortaya
çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğunu toplamaya başladığı bir
sırada,
Haçlı orduları da Suriye'ye geldi. Berkyaruk, Haçlılara
ve onların Antakya Kuşatmasına karşı Kürboğa'yı ve Artuklu beylerini sefere
gönderdi. Anadolu'dan geçen Haçlılar, Suriye'ye vardıkları zaman sayıları
oldukça azalmıştı. Ancak, Şiî-Fatımîlerin, Sünnî müslümanlara karşı Haçlılarla
ittifak yapmaları, ayrıca Suriye emîrleri arasındaki güvensizlik ve
rekabetler, Tutuş'un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber
vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna
uğratmalarına sebep oldu. Neticede ilerlemeye devam eden Haçlılar, Antakya'yı
işgalden bir yıl sonra Kudüs'ü ele geçirip, şehirde yaşayan yetmiş bin
Müslüman ve Yahudiyi hunharca katlettiler.
Bu arada Gence Meliki ve kardeşi
Muhammed Tapar, Berkyaruk'a saltanat iddiasıyla isyan etti.
Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrud'da mağlup olmasına rağmen, Muhammed Tapar'ı
arka arkaya dört kez bozguna uğrattı. Ahlat'a sığınan Muhammed Tapar, buranın
hükümdarı Sülemen'i ve Ani emîri Menuçehr'i hizmetine alarak yeniden savaşa
hazırlandıysa da, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emîr ve
askerlerin yorgun düştüğünü, hazinenein boş kaldığını, vergilerin tahsil
edilemez hale geldiğini ve nihayet İslam düşmanlarına fırsat verildiğini beyan
ederek, gönderdiği bir elçiyle kardeşini barışa ikna etti. Böylece 1104'te
Azerbaycan'da Sefîdrud hudut olmak üzere, Kafkasya'dan Suriye'ye kadar bütün
vilayetlerde Muhammet Tapar sultan tanındı. Bağdat, Rey, Cibal, Taberistan,
Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medine'nin idaresi de Berkyaruk'ta kaldı.
Büyük Selçuklu Devleti, iki devlete ayrılmak suretiyle,
Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultanı ortaya çıktı. Ancak bu durum çok uzun
sürmedi. Çünkü Berkyaruk, hastalıklı olduğu için 1104 yılında, yirmialtı
yaşındayken vefat etti. Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin
refahı için çalışan bir kimseydi. Ancak, kardeş kavgalarının, memleketin
birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk'u çok
üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça Haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten
ve darbeler vurmaktan geri kalmadı.
Berkyaruk'un vefatından sonra Muhammed Tapar, Bağdat üzerine
yürüyerek, fazla zorluk çekmeden 1105'te tek başına sultan oldu. Önce
amcasının oğlu Mengübars'ın isyanını bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır
karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden Batınîlere karşı mücadele etti.
1107'de, Batınîlerin merkezi olan Alamut Kalesi kuşatıldı ve çok sayıda Batınî
öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan faydalanan Haçlılar,
Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye'de Haçlı devletleri kurmaya başladılar.
Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdiyse de, kumandanlar
arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer
kumandanı Emîr Mevdud, Şam Ümeyye Camii'nde bir Batınî tarafından öldürüldü.
Sultan, Haçlılara karşı Aksungur'u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi
Sencer'i Suriye ve Horasan'daki Batınîlerle mücadele etmekle görevlendirdi.
Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar'ın 1118'de vefatı
sebebiyle, bu fesat ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar,
İsfehan'da yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi.
İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar'ın henüz küçük
yaştaki oğlu Mahmud'u tahta geçirdilerse de, Melikşah'ın oğlu ve Horasan
meliki olan
Sencer, yeğeni Mahmud'un sultanlığını kabul etmeyerek,
saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 tarihinde yapılan Save Savaşını
kazanarak sultanlığını ilan eden Sencer, yeğenine evlat muamelesi yaptı ve
kendi egemenliğini tanımak şartıyla, Rey hariç, batı ülkelerinin hakimiyetini
ona bıraktı.
Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı.
Gaznelilerle savaştı. Karahanlıları kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların
son parlak devriydi. Bu arada Büyük Selçuklu Devletini iki büyük tehlike
tehdit ediyordu. Bunlardan birisi, batıdan Anadolu ve Suriye'ye saldırmakta
olan Haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan
Karahitaylardı. Sultan, yalnız bu ikinci tehlikeyle uğraştı. Doğu Karahanlılar
Devletini yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer,
onlarla 10 Eylül 1141 yılında yaptığı
Katvan
Meydan Savaşını kaybetti. Bu muharebeden sonra, Seyhun nehrine
kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan Meydan Muharebesiyle,
Büyük Selçuklu Devleti tarihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi,
müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilasına uğradı.
Sultan Sencer'in bu yenilgisinden faydalanmak isteyen
Gur
hükümdarı Alâeddin Hüseyin, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık
peşinde koşmak gibi davranışlarla, Sencer'e olan tâbiliğinden kurtulmaya
çalışıyordu. Zaten, sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin güç dengesini
bozmakta ve bu durum Sultan Sencer'i endişeye düşürmekteydi. Büyük kuvvetlere
sahip olan Gurlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152'de yaptığı
muharebede Gur ordusunu yenerek, Katvan'da kaybedilen itibarı yeniden sağladı.
Gur galibiyetinden erişilen ihtişam fazla uzun sürmedi.
Vergi tahsili sırasında yapılan haksızlık yüzünden, kendi soyundan olan
Oğuzlarla bazı emîrler arasındaki ihtilaflar gittikçe büyüdü. Sultan Sencer,
bir kısım emîrlerin ısrarı ile, göçebe oğuzların üzerine yürümek zorunda
kaldı. 1153 yılı Mart ayında Belh civarında, Oğuzlarla yapılan savaşı
Selçuklular kaybettiler. Bu ağır yenilginin sonunda Sultan Sencer esir düştü.
Oğuzlar, Sencer'e esir de olsa sultan gözüyle baktılar.
Esir Sultanı kurtarmak için ilk harekete geçen, onu savaşa
sürükleyen Belh valisi Emîr Kumac'ın torunu Müeyyed Ayaba oldu. Sencer, her ne
kadar gündüz tahtta oturtuluyor ve zahirî bir iltifat görüyorsa da geceleri
demir bir kafeste uyuuordu. Onun adına çok usulsüz işler yapılıyor ve bazı
vaadlerde bulunuluyordu. Bu durum karşısında Sencer, 1156 yılı Nisan ayında
kaçmaya muvaffak oldu. Fakat ağır Oğuz darbesi altında çöken, iç huzursuzluk
ve istikrarsızlığa maruz kalan Büyük Selçuklu Devleti, kendini toplayamadı.
Her ne kadar tâbi beyler, Sencer'e kurtuluşundan dolayı memnuniyetlerini ve
bağlılıklarını bildirmişlerse de, Selçuklu kumandanları arasındaki mücadele
Sultana gerekli imkânı sağlamadı. Sencer, 9 Mayıs 1157 senesinde yetmiş üç
yaşında vefat etti. Merv'de daha önce yaptırdığı Dârü'l-Apir'de defnedildi.
Onun vefatından sonra Büyük Selçuklu Devletinin İran, Irak, Suriye ve
Anadolu'daki parçaları, Selçuklu Hanedanına mensup kişilerce idare edilip,
ondördüncü yüzyıla kadar devam edenler oldu.
Devlet Teşkilatı, Kültür ve
Medeniyet
Devlet Teşkilatı: Selçukluları meydana
getiren Oğuzlar, Orta Asya'dan Maveraünnehir ve Horasan'a gelince bütünüyle
İslamiyeti kabul ettiler. Müslüman olmalarıyla eski bozkır kültürünün İslama
aykırı olmayan müesseselerini sentezleştirdiler. Türk Devlet geleneğinin
esasını teşkil ettiği Selçuklu devlet teşkilatı; Karahanlı, Sâmânlı, Gazneli
ve Abbasî devletleri teşkilatlarından geniş ölçüde faydalanmış ve bunları
kendi bünyesinde mükemmel bir surette uygulamıştır.
Hükümdar:
Töre ve müesseselerin tanıdığı haklarla devletin tek hakimidir. Sultan ünvanlı
hükümdarlara genellikle Sultanülâzam denilirdi. Türklerdeki
Hâkan veya Kağan, batıdaki imparator
kelimesinin karşılığıdır. Sultan, Türkçe adının yanında İslamî ad da taşırdı.
Halife tarafından künye ve lakap da verilirdi. Sultan merkezde oturur, ülke
toprakları hanedan mensuplarınca idare edilirdi. Merkeze bağlı beylik ve
atabeglikler vardı. Sultanın hakim olduğu ülkelerde adına hutbe okunur ve para
basılırdı. Fermanlara ve dîvanın kararlarına büyük sultanın imzası yerine
tuğra çekilip, tevkiî (nişan) yazılır ve emir ondan sonra yürürlüğe girerdi.
Harplerde ve devlet ileri gelenleriyle yaptığı seyahatlerde, hakimiyet işareti
olarak, başının üstünde atlastan veya altın sırmalı kadifeden yapılmış çetr
(hükümdar şemsiyesi) tutulurdu. Çetre, sultanın ok ve yaydan meydana gelen
armaları işlenirdi. Hükümdarlık sarayının kapısında veya saltanat çadırının
önünde, namaz vakitlerinde, günde beş defa nevbet (mehter) çalınırdı. Sultan,
haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenleriyle yüksek mevkili memur ve
kumandanları huzuruna kabul edip, ülke meselelerini görüşür ahalinin halinden
haberdar olurdu.
Saray Teşkilatı:
Sarayda sultanın ailesi ve maiyeti otururdu. Saray teşkilatı ve teşrifatçılık,
önceleri Oğuz töresine göre yapılırken, sonraları İslamî hüviyet kazandı.
Sarayda, sultanla dîvanlar arasındaki irtibatı Hâcibü'l-hacib
denilen Hâcib sağlar; örfî meselelerin hallinde kadıya da
yardımcı olurdu. Hâcibler, sultanın güvendiği kişiler arasından seçilirdi.
Emîr-i Candâr: Saray muhafızlarının başı
olup, maiyetindeki hassa birlikleriyle sarayın ve sultanın emniyetini
sağlamakla görevliydi. Silahdar, merasimlerde sultanın
silahlarını taşırdı ve silahhanedeki muhafızların âmiriydi.
Emîr-i Alem: Sultanın "Rayet-i Devlet"
denilen bayrağını, saltanat sancaklarını taşımak ve muhafaza etmekle
görevliydi. Emîr-i alemin maiyetinde alemdarlar vardı. Yasacı,
bayrak ve nevbet takımını muhafaza ve idare ederdi.
Câmedâr: Sultanın elbiselerinin
muhafızıydı. Emîr-i meclis, sultanın ziyafetlerini
hazırlatıp, teşrifatçılık yapardı. Emîr-i Çeşnigîr, sultanın
yemeklerini hazırlayan ve sofra hizmetlerini yapan çeşnigirlerin amiriydi.
Şerabdar-ı has, sultanın şerbetlerini hazırlamakla, haftanın
belirli günlerinde toplanan mecliste ve yemeklerde hizmetle görevliydi.
Serhenk (Çavuş), törenlerde ve sultanın seyahatlerinde yol
açardı. Ayrıca, Abdâr, Emîr-i Âhur, Üstadüddâr, Vekîl-i Has, Emîr-i
Şikâr, Bazdâr ve Nedimler de sarayda vazifeli
kişiler arasındaydı.
Hükümet:
Büyük dîvan denilen "dîvan-ı saltanat"ta devletin umumi işleri görüşülüp
yürütülürdü. Selçuklularda büyük dîvandan başka, devletin malî, askerî, adlî
ve diğer işlerine bakan dîvanlar da vardı. Dîvan başkanı, sultanın mutla
vekili olan Sâhib, Sâhib-i Dîvan ve Hâce-i Büzürg
de denilen vezirdi. Vezir bir tane olup, alâmet olarak destâr (sarık) ve altın
divit verilirdi. Vezirin dividi, Devâtdâr'da olup, aynı
zamanda sır kâtipliği de yapardı.
Selçuklularda, İstifâ dîvanı, malî işlerle
ilgilenir, en önemli üyesine Müstevfî denirdi. Tuğra
dîvanı, ferman, berat, menşur, mektup dahil, yazışmalara tuğra
çekerdi. İşraf dîvanı; Müşrif-i memâlik de denilen müşrifin
âmirliğinde genel teftiş yapardı. Dîvan-ı arz'a,
Arzü'l-ceyş başkanlık ederdi. Emîr-i ariz de denilen
bu zatın başkanlığındaki teşkilat, millî savunma hizmetleri ve ordunun
ihtiyaçlarını karşılamakla vazifeliydi. Şehzadelerin yetişmesiyle ilgilenen
atabegler, eyalet merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle
ilgilenen ve şıhne (veya şahne) denilen askerî valiler, mülkî idareden mesul
olan âmiller ve zabıta hizmetleriyle "emr-i bi'l ma'rüf ve nehy-i ani'l-münker"
(iyiliği emredip kötülükten sakındırma) görevini üstlenmiş olan muhtesipler de
hükümet teşkilatı içinde yer alırdı.
Adlî Teşkilat:
Adliye; şer'î ve örfî kazâ olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şer'î davalara kadılar
bakardı. Kâdı'l-kudât denilen baş kadı, Bağdat'ta bulunur,
merkezde mahkeme başkanlığı yapardı. Baş kadı, diğer kadıları da teftiş
ederdi. Kadılar, şer'î davalar, tereke (miras), hayrât ve vakıf işlerine
bakarlardı. Selçuklu Türkleri, Hanefî mezhebinde olduklarından, davalar ve
meseleler, bu mezhebin hükümlerine göre halledilirdi. Yanlış bir karar
verilmişse, öteki kadılar, durumu sultana bildirerek, düzeltme yapılır,
hatanın önüne geçilirdi. Kadıların yetişmesine çok dikkat edilirdi.
Örfî mahkemelerin başında, Emîr-i dâd
denilen adalet emîri bulunurdu. Bunlar, devlete, kanunlara ve emirlere karşı
gelenlerin davalarına, siyasî suçlara bakarlardı. Bir nevi olağanüstü
mahkemeler demek olan Dîvan-ı mezalim'e başkanlık ederlerdi.
Kazaskerler (Kadıaskerler), ordu mensuplarının davalarına
bakardı. Dine aykırı görülen her harekete muhtesip, anında müdahale ederdi.
Adliye mensupları, bağımsız olup, büyük dîvana ve eyalet dîvanlara bağlı
değildiler.
Ordu:
Devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve timarlı sipahilerden meydana
eliyordu. sarayda özel oarak yetiştirilip, doğrudan sultana bağlı olan
Gulamân-ı saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi.
Bunlar senede dört defa maaş alırlardı. Hassa ordusu; melik, vali, vezir ve
diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri altında, her an harekete hazır
askerler olup maaşlıydılar.
Sipahiler; süvari kuvvetleriydi. Sipahi
ordusu mensuplarından her biri, ülkenin çeşitli bölgelerinde kendilerine
tahsis edilen toprakların (ikta=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu.
Selçuklular, askerî iktalar sayesinde, maaş ödemeden bir orduyu beslemiş,
mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmişti. Bu
sayede üretimin artmasını, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idarî bir
kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen ikta
sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu, 400.000'e kadar çıktı.
Bunun 46.000'i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmış
durumdaydı. İkta sistemiyle, ülke menfaatlerini âhenkleştirip, kudretli askerî
ve idarî teşkilata sahip oldular. Aynı sistem, Osmanlıları da etkiledi. Halk
arasından Haşer denilen ücretli askerler de alınırdı. Ayrıca
gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı.
Selçuklu ordusunun gezici hastaneleri ve Çerge
denilen hamamları vardı. Orduda hafif silah olarak ok, yay, kılıç, kalkan,
mızrak, harbe, sökü, bozdoğan da denilen topuz, gürz, balta, nacak, çekre,
zemberek, pala, cevşen (zırh) ve çokal kullanılırdı. Ordunun silahları ülke
içinden, en iyi malzeme kullanılarak, sanatında pek mahir ustalar tarafından
imal edilirdi. Büyük Selçuklularda deniz kuvvetleri olmamasına rağmen, bağlı
devletlerde vardı. Ordunun ihtiyacının karşılanması ve meselelerin halline
Dîvanü'l-ceyş bakardı.
Sosyal Hayat:
Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayatı vardı. Sosyal yapı, Ortaçağ
Avrupası'ndan tamamen ayrıdır. Toplum; Selçuklu hanedanı ve mensupları başta
olmak üzere askerî ve mülkî rical ile devlet teşkilatı dışında kalan ahaliden
meydana geliyorsa da, Avrupa'daki gibi sınıf, Hindistan'daki gibi kast sistemi
mevcut değildi. Hanedan ve devlet ileri gelenlerinin büyükyetkileri olmasına
rağmen, şehirde ve köyde yaşayan halkın, kanun karşısında hak ve vazifeleri
vardı. Şer'î hükümler karşısında herkes eşitti. Köylü hür olup, toprağın hâs
ve ikta oluşuna göre hükümetin himayesi altında çalışırdı. Vergisini verirdi.
Mülk, topraklar, veraset yoluyla çocuklara geçerdi.
İktisadî ve
Ticarî Hayat: Selçukluların hakim olduğu Horasan, İran, Irak,
Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkeleri bu devirde, ekonomik bakımdan en yüksek
seviyeye çıkarak, milletler ve kıtalar arası ticarette köprü görevi görüyordu.
Selçuklu ülkesinin her türlü ziraî mahsulün yetişmesine müsait iklim, coğrafî
ve doğal zenginliklere sahip olması sayesinde bol mahsul yetişiyordu. Tahıl
sıkıntısı çekilmeyip, o günkü şartlarda fiyatı da ucuzdu. Ülke içinde ve
dışında, kıtalar ve milletlerarası ticareti emniyetle sağlayan yol ve
kervansaraylar yapılmıştı.
Yabancı ülkelerle ticarî anlaşmalar yapılıp, çok düşük
gümrük tarifeleriyle ihracat ve ithalat teşvik edildi. Karada eşkiyanın ve
açık denizlerde korsanların tecavüzlerine uğrayan tüccarın zararının,
hazineden tazmin edilerek garanti altına alınması ticaretin gelişmesinde çok
etkili oldu. Devletin tüccara garantisi, her türlü emniyet, huzur ve imkânının
yanında ayrı bir teşvikti.
Ticaretin gelişmesi, gümrüklerin azlığı, üretimin bolluğu,
otlak ve hayvanların çokluğu sebebiyle, Selçuklu ülkesinde zenginlik ve refah
vardı. Bol buğday, pirinç ve pamuk tarımı yapılıyordu. Çok hayvan yetiştirilip
diğer ülkelere satılıyordu. Bakır, demir, gümüş ve dokuma sanayii için şap
madeni çıkarılıyordu. Halı, pamuk ve yünlü dokuma denizci örtüleri, ipek
kumaşlar, ipek tül ve mendil dokunup ihraç ediliyordu. Kâşihanelerde zarif
çiniler imal edilip, selçuklu eserlerini süslüyordu. Yapılan ve satılan
mallar, sıkı kontrolden geçerdi. Her zanaat kolu, bir lonca teşkilatına
bağlıydı. Loncalar, meslek ve erbabını kontrol altında tutardı. Lonca reisine
Ahî, ahîlerin reisine de Ahî Baba denirdi.
Bu teşkilat daha sonra Osmanlılara geçti. Esnaf ve tüccar mallarının alınıp
satıldığı, tanıtıldığı, mahallî, millî ve milletlerarası pazarlar kurulurdu.
Selçuklular, şeker ve nadide eşya alıp, at, halı, ipek ve maden satarlardı.
Devletin gelir kaynakları, arazi vergisi olan harac, ziraat
vergisi olan öşür, iltizam, ganimet, bağlı ve komşu devletlerin hediye ve
yıllıkları idi. Hayat pahalılığı, yok denecek kadar az olup, 1056 ile 1113
yılları arasındaki yetmişbeş senelik fiyat yükselmesinin oranının toplamı
yüzde onu geçmemiştir.
İlim:
Selçuklular, İslama tam bağlı, itikatta ve amelde Ehl-i sünnet mezhebine
mensuptular. Türkler ekseriyetle itikatta Matüridî, amelde Hanefî
mezhebindendir. Ülkede kısmen de itikatta Eş'arî ve amelde Şafiî ve diğer hak
mezhep mensupları da vardı. Batınîler gibi sapık fırkalar varsa da, bunlarla
âlimlar ve devlet mücadele halindeydi. Devlet, ilim ve âlimlerin yanında olup,
gelişmesi için bütün imkânlarını seferber etmişti. Dinî eğitim ve öğretimin
yapıldığı medrese, tekke ve zaviyeler ülkenin her tarafında yaygındı.
Selçuklu medreselerinde, dinî ve fennî bütün ilimler,
konunun mütehassısları tarafından okutulurdu. Selçuklular zamanında değerli
âlimler yetişip, halâ değerini koruyan orijinal eserler yazıldı. Ebü'l-Kasım
Abdülkerim Kuşeyrî, Ebu İshak Şirazî, Ebu Meâlî Cüveynî, İmam-ı Gazalî,
El-Hatîbî, Abdullah-ı Ensarî, Vâhidî, Fahru'l-İslam Pezdevî, Serahsî, Yüsuf-i
Hemedanî, Şehristânî, İmam-ı Begavî, Kâdı Beydâvî, Abdülkâdir-i Geylanî,
Nizamülmülk dahil daha pek çok âlim, Büyük Selçuklu ve onlara bağlı
devletlerde çok hürmet ve himaye görüp, değerli eserler vererek insanlığa
hizmet etmişlerdir.
Selçuklular, İslamî ilimlerin eğitim ve öğretiminin
yapıldığı ve zamanın fen bilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip,
üniversite mahiyetinde büyük medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdat'taki
Nizamiye Medresesi olup, İsfehan, Nişabur, Belh, Herat, Basra ve
Amul'da benzerleri vardı. Buralarda aklî ve naklî bütün ilimler öğretilirdi.
Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan riyaziye (matematik), hey'et
(astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimya sahalarında derin âlimler
yetişti. Rasathaneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri izlendi ve
esaslı takvimler yapıldı. Bu sahalarda, edebî yönüyle de tanınan Ömer Hayyam,
Muhammed Beyhekî, Ebü'l-Muzaffer İsferâyinî, Vâsıtî, Ahmed Tüsî ve daha pek
çok âlim yetişip değerli eserler verdiyse de, onüçüncü yüzyılda İslam
ülkelerindeki
Moğol tahribatı sebebiyle, bunlardan faydalanma
imkânı büyük ölçüde kaybolmuştur. Yazılan pek değerli eserler, Moğolların
kanlı çizmeleri altında heba olmuştur.
Selçuklu sultan ve devlet adamlarının destek ve himayesiyle
kıymetli edebiyatçı ve şairler yetişmiştir. Selçuklu sarayında, devlet
teşkilatıyla edebiyat çevrelerinde genellikle Farsça, medrese çevrelerinde
Arapça, Selçuklu hanedanı ve Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup
yazılırdı. Nazım ve nesir sahasında kıymetli kitaplarıyla tanınan Meşhur
Bostan ve Gülistan sahibi Sadi-i Şirazî, Ömer Hayyam, Enverî, Lami-i Cürcânî,
Ebyurdî, Ezrâkî gibi edip ve şairler, nesir ve nazım eserler verdiler. Gazâ ve
fetih ruhunu canlı tutan destanî eserler yazdılar. İlmî eserlerde olduğu gibi,
edebî eserlerin bazıları, Moğol tahribatı sebebiyle ele geçmemiştir.
Mimarlık ve Sanat:
Selçuklu mimarî ve sanat eserlerinin çoğu birer şaheserdir. Batınîler,
Moğollar ve asırların tahribatına rağmen kalabilenleri uzmanlarınca halâ
hayranlıkla incelenmektedir. Selçuklu sarayı, köşk, medrese, cami, mescit,
türbe, kümbet, kervansaray, ribat, han çarşı, tıp fakültesi mahiyetinde her
biri şifa yurdu olan hastane, kaplıca, hamam, çeşme, ev, yol, kale, sur, kule,
tersaneler ve diğer sosyal, sivil ve askerî eserler belli başlı Selçuklu
mimarî eserlerini oluşturur. Kitabe, hat, tezhip, süsleme, minyatür, çini,
halı, kilim ve seccadeler ise Selçuklu eserlerine ayrı bir zenginlik
kazandırır. Çadır şeklinde yapılan kubbeler de Selçuklu mimarî eserlerinin bir
başka zarafet ve ihtişam örneğidir. Çadır şeklinde kubbe, türbelerde çok
kullanılmıştır. Sultan, evliya, âlim, devlet adamları ve hürmete lâyık kişiler
adına yapılan muhteşem türbeler, ülkenin her tarafında mevcuttu.
İlk Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin, Rey'de Künbed-i
Tuğrul, İsfehan, Hemedan ve Merv'de diğer sultanların muhteşem türbeleri çok
süslü, kıymetli eşya ve mefruşatla doluydu. Bağdat'ta İmam-ı Azam Ebu
Hanîfe'ye ve Necef'te Hazret-i Ali'nin makamına muhteşem türbe ve külliyelerin
Sultan Melikşah tarafından yapılması, Selçukluların Sahabe-i Kiram, Ehl-i Beyt,
âlim ve muhterem zatlara saygılarındandır. Selçuklular, Merv, Rey, İsfehan,
Hemedan, Bağdat ve Nişabur'da muhteşem saraylar ve camiler inşa ettiler.
İsfehan ve Bağdat'ta rasathaneler kurularak, mîladî
Gregorien sisteminden daha sağlam ve hassas olan Celalî Takvimi,
Sultan Melikşah'ın "Celaleddin" lakabına nisbetle hazırlandı. İsfehan ve
Bağdat'ta, büyük şehirler de dahil, ülkenin her tarafında şaheser vasıfta
büyük ve muhteşem camiler yapıldı. Selçuklular zamanında, iki bin kişinin
namaz kılabileceği, yirmi bin kişinin vaaz dinleyebileceği kadar büyük camiler
yapıldıysa da, bu muhteşem eserler, Batınîler ve Moğollar tarafından tahrip
edilmiştir. Melikşah'ın İsfehan'da yaptırdığı Ulu Cami (Mescid-i Cuma),
Batınîler tarafından kundaklandı. Yanan beşyüz yazma, paha biçilmez Kur'an-ı
Kerim dışında cami, bir milyon altın sarfla tamir edildiyse de eski halini
alamamıştır.
Han, kervansaray, çeşme, yol, köprü, ribat, hankâh, hamam,
cami ve medreseler ülkenin her tarafında yaygındı. Selçuklularda hükümetin
imar ve inşaat işlerini
Emîr-i mîmar yönetiminde bir heyet kontrol ve nezaret ederdi.
Ayrıca, büyük abidevî eserlerin, ihtiyaçları vakıf gelirinden karşılanan,
daimî bir mimarları bulunurdu.
KAYNAK :http://www.turktarih.net/t-28-buyuk-selcuklular.html