TARİH
Son yıllarda özellikle merkeze bağlı Çorakyerleri (Elekçiardı) mevkiinde
yapılan araştırma ve kazılarda tarih öncesi döneme ait fosillerin bulunduğu
Çankırı´nın, yazılı tarih öncesi dönemi hala karanlıktır. Buna rağmen bölgenin
ilk halkının, Hattiler, Luviler ve Arzavalilar gibi Küçük Asya halkları olduğu
bilinmektedir.
ÇEŞİTLİ EGEMENLİKLER
İlk Yerleşimler Ve Yazılı Tarihin Başlangıcı
Tarihçiler, İ.Ö. 2000´lerde Mezopotamya´dan Anadolu´ya mal satmak üzere gelen
Asur tüccarlarının Mısır ve Mezopotamya´da, İ.Ö. 3200´lerden beri bilinen
"yazı"yı getirdiklerini, bu tarihin aynı zamanda Anadolu için yazılı tarihin
başlangıcı olduğunu kabul etmektedirler.
Özellikle Kültepe ve Kayseri´de bulunan bazı kil tabletlerinden bu dönemde,
Anadolu´da yaşayan halklarla ilgili önemli veriler elde etmek mümkündür.
Kiltepe tabletleri ya da Kapadokya tabletleri olarak bilinen bu tabletler
üzerinde yapılan dil çözümleme çalışmalarında, Orta Anadolu´daki bazı yer ve
kişi adlarına rastlanmıştır. Örneğin, bu tabletlerde, sonradan Protohatti
olarak adlandırılan, Hatti dili ile konuşan ve bu bölgede yaşayan bir etnik
grup olduğu kaydedilmektedir. Hattiler´in nereden ve ne zaman geldikleri kesin
olarak bilinmemekle beraber, eldeki verilerden, bu dönemde ve bu yörelerde
yaşadıkları ortaya çıkmaktadır. Aynı tabletten, Hattiler´in Orta Anadolu´da
Kızılırmak yöresinde (Marassantiya), bir başka topluluk olan Hurriler´in, Doğu
ve Güneydoğu Anadolu´da, Luviler´in ise, Güney ve Güneybatı Anadolu yöresine
yerleştikleri anlaşılmaktadır.
Anadolu´daki İlk Kent Devletleri
İ.Ö. 3000´lerde başlayan ilk Tunç Çağı´nın bitimi ile Asur Ticaret Kolonileri
Dönemi´nde, ticari ilişkilerin gelişmesi sonucu artan ekonomik gücün etkisiyle
Anadolu´da bir takım kent devletleri ortaya çıkmıştı. Prenslikle yönetilen söz
konusu kent devletlerinin yerleşim alanları kuzeyden Pontus bölgesiyle, Tuz
Gölü´nün güneyi ve Kızılırmak yayıyla sınırlanmaktaydı. Asur tüccarlarının
Anadolu´daki kolonileri, kent devletlerinin bu kolonileri, kent devletlerinin
çevresinde oluşmasına yol açtı. Asur tabletlerinde sayıları yaklaşık 10´u
bulan kent devletlerinin en önemlisi ise Zalpa, Hattuş ve Kaniş´di.
Bir bey ya da prens başkanlığındaki kurullarca yönetilen kent devletlerinin bu
yönetim biçimleri, daha sonraları birkaç kent devletinin birleşerek kurduğu
kentler birliği yönetim biçimine dönüştü. Bu nedenle egemenliği altında
toplanılan bey kral unvanını aldı. Son Tunç Çağı´nın başlangıcı da Anadolu´daki
bu küçük kent devletlerinin bir krallık yönetimi altında birleşmeye başladığı
dönemdir. İ.Ö. 1800´lerde Kussara Kralı Anita, Hattuş ve Nesa (Kaniş)
kentlerini ele geçirerek Orta Anadolu´da egemenliğini kurmaya başladı.
Hititler
Hint-Avrupa kökenli olduğu sanılan ve Nesa dilinde konuşan Hititler´in İ.Ö.
2000´lerde bir Anadolu kent devleti olan Kussaralılar´la ilişkisi olduğu
tahmin edilmektedir. Hititliler´in kökeni üzerine yazılı belge ve arkeolojik
kanıt olmamasına karşın, dil çözümleme çalışmalarından, bu halkın Kafkasya ya
da Balkanlardan geldiği ve dillerinin, Kussara halkı diline yakın bir lehçede
olduğu saptanmıştır.
1947´de yörede Türk Tarih Kurumu adına yapılan araştırmalarda, İ.Ö. 2000 ile
tarihlenen Orta Tunç Çağı ve Son Tunç Çağı yerleşmeleri ortaya çıkarıldı.
Ayrıca arkeolog İsmail Kılıç Kökten´in (1909-1974) İç Batı Karadeniz ile
Çankırı yöresini içine alan bölgede yaptığı araştırmalar sonucunda bölgedeki
ilk büyük höyük olan Ilgaz´da Kastamonu; Çankırı ve Çerkeş-Tosya yollarının
kesiştiği noktadaki Salman Höyük bulundu. İsmail Kılıç Kökten´e göre,
höyükteki buluntular, Anadolu´nun step niteliğini açıklayan çanaklardan çok,
orman niteliği gösteren ateş boyalı bakır çanak-çömleklere benzemekteydi. Bu
bilgiler ayrıca höyükte İlk Tunç Çağı buluntuları olduğunu da göstermektedir.
Buna karşın, 1955de C.A. Burney, aynı yörede araştırmalar yapmış, Salman
Höyük´teki buluntuların Orta ve Son Tunç Çağlarından kaldığını söylemiştir. Bu
buluntular arasında grimsi-beyaz renkte, açkılı, astarlı çanak çömlekler
vardı.
Aynı yörede bir başka höyük,Burney´in "Km 208" adını verdiği höyüktür Ilgaz
ilçesi yakınlarda Salman Höyük´ ün doğusundaki bu höyükte aynı dönem Orta Tunç
ve Son Tunç çanak-çömlekleri bulunmuştur. Bu iki höyük dışında Çankırı´nın
batısında bulunan Dümeli Höyüğü´nün de aynı döneme ait olduğu sanılmaktadır.
İ.Ö XVII. yy´ın başlarında Hititler´in kralı Labarnas´tı. Labarnas´tan sonra
sırasıyla I. Hattuşil (Labarnas II.) ve I. Murşil (İ.Ö. 1620-1590) tahta
geçti.
I. Murşit´in tahtta bulunduğu dönemde Devrez Çayı (Kummesmaha) yöresinin en
önemli yerleşme merkezlerinden biri Tiliuara´dır. Bu kent ortaya
çıkarılamamıştır, ancak Karacaviran- Kurşunlu yakınlarında bulunduğu
sanılmaktadır.
Tiliura, Murşil´den sonra kral olan Hantilis döneminde terkedilmiştir. Bu
durumu Hitit İmparatorluğu (Yeni Hitit-Devleti) Dönemi krallarından III.Hattuşil´den
kalma bir tablet şöyle dile getiriyor:
"
Tiliura Kenti Hantili´nin gününden beri boştu. Babam Murşil onu yeniden
yaptırdı, ama oraya iyice yerleşme sağlayamadı. Oraya silah ile yendiği Namra´ları
yerleştirdi. Sonradan (Çiftçi) olan (Tiliura´nın) eski sakinlerini çekip
(aldım) ve (ben) majeste, onları geri getirdim ve onları yeniden Ti (Liura) da
(yerleştirdim)."
C.A. Burney´in Orta Tunç ve Son Tunç çağlarından kaldığını ileri sürdüğü
Salman Höyük, Tiliura´nın bulunduğu sanılan Devrez Çayı´nın kuzeybatısında yer
almaktadır. Yörede Eski Hitit Krallığı Dönemi´nden kalma bir başka kent,
İnandık Köyü´ndeki İnandık Höyüğü´dür. Çankırı´nın 40 Km. güneyindeki bu
höyükte, 1966-1968 arasında Ankara Müzesi arkeologları tarafından bir kazı
yapılmıştır. Kazıda İ.Ö. XVI. ve XV. yüzyıldan kalma ve yerel bir tanrıya
adandığı sanılan bir tapınak bulundu. Tapınakla ilgili fazla bilgi olmamasına
karşılık, bulunan pişmiş topraktan bir tapınak modeli, o dönemin tapınak
mimarisi üstüne sınırlı da olsa bir bilgi vermektedir. İnandık Höyüğü´nde
rastlanan diğer buluntular arasında Boğazköy´de de rastlanmış olan, boğa
biçimindeki kutsal içki kapları vardır. Ayrıca pişmiş topraktan bir mülk bağış
belgesi bulunmuştur. Belgede Hanhana Kenti Vekili Tutulla´nın bağışladığı bir
ev söz konusudur. Bu kentin bugünkü yeri tartışma konusu olmakla birlikte,
Karadeniz kıyısındaki Kaşka Ülkesi sınırında sıralanan Eski Hitit kentlerinden
biri olduğu bilinmektedir.
Hanhana,
İnandık tabletinin bulunduğu kentin Hitit Dönemi´ndeki adı olmalıdır.
İnandık Höyüğü´ndeki yerleşmenin tarihini ve halkının yaşantısının
aydınlatması açısından önemli bir buluntu da "İnandık Vazosu" olmuştur. Bu
vazo, bir rastlantı sonucu bulunmuş ve burada kazı yapılmasına yol
açmıştır. Dış yüzü kabartmalı ve renkli büyük boy vazoda, dinsel bir
tören, olasılıkla dinsel bir evlenme töreninden görüntüler yer almıştır.
Dış yüzeyleri kabartmalarla süslü kaplar, Orta Anadolu´da İlk Tunç Çağı´nın
son, Orta tunç Çağı´nın ilk evrelerinden beri bilinmektedir. İnandık
vazosu da, tapınak ve başka buluntularla birlikte I.Hattuşil (İ.Ö.
1650-1620) ve I. Murşil´in (İ.Ö. 1620-1590) yaşadıkları Eski hitit
Krallığı Dönemi´nden kalmadır. Söz konusu "İnandık Vazosu" halen Ankara´da
Anadolu Medeniyetleri Müzesi´nde sergilenmektedir. |
III. Hattuşil döneminde, Hitit devletinin kuzeyinde oturan ve sürekli
akınlarıyla tedirginlik yaratan Kaşkalar´la Hitit-Kaşka sınırında yer alan
Tiliura kentinde bir anlaşma yapıldı. III. Hattuşil, Tiliura ve sınır
bölgesinin çevre yerleşimleriyle yaptığı bir anlaşmada, Hantilis´in Eski
Krallık Dönemi´nde Kaşkalar için bazı yasaklar koyduğundan söz eder. Buna göre
Kaşkalar Devrez Çayını geçemeyeceklerdir. Daha önce de belirtildiği gibi,
Murşil döneminde yeniden kurulmuş, ama yerleşmenin tam sağlanamadığı bu kent,
Kaşkalar ile yapılan anlaşmadan sonra yeniden canlandı. Anlaşma Hitit halkının
buraya yeniden yerleşme koşullarını da içermekteydi. Anlaşmada, hiçbir Kaşkalı
askerin ya da yurttaşın bu kente giremeyeceği, girerse suç işlemiş sayılacağı
ve cezalandırılacağı belirtilmekteydi. Hitit halkından bir kişi, Kaşka
ülkesinden bir esir alırsa, bu kente girmeden, kent dışında köle olarak
çalıştırılabilecekti. Çoban, çifti ve köylülerin Kaşka halkı ile gizli bir
anlaşma yaptıkları saptanırsa, cezalandırılacakları da antlaşmada
belirtilmekteydi.
İ.Ö. 1200´lerde Yunanistan´ın kuzeyinden gelerek Trakya´dan geçen Ege Göç
Kavimleri Hitit Devleti´nin yıkılmasına neden oldu. Hititler, bu saldırılar
sonucunda, Güney ve Güneydoğu Anadolu´ya çekilerek küçük beylikler halinde
yaşamaya başladılar. Öte yandan, Karadeniz kıyısında bugünkü Çankırı´nın
kuzeyinde oturan Kaşkalar da, doğuya çekilerek, Mezopotamya´nın kuzeyindeki
dağlık yörelere yerleştiler.
Paflagonlar Ve Çeşitli Toplulukların Yöreye Gelişleri
Gerek Hitit İmparatorluğu dönemi öncesinde ve gerekse imparatorluğun
yıkılışından sonra Çankırı´nın içinde bulunduğu Sakarya ile Kızılırmak
arasındaki bölge, çeşitli toplulukların uğrak yeri oldu.
İ.Ö. 3000-2400´lerde, Akalar´ın, sonradan Paflagonya adını alan bölge
kıyılarında bir süre kaldıkları, buradaki arkeolojik kalıntılardan
anlaşılmaktadır. Sonradan Ege Adaları´na göç eden Akalar, oradan Mikene
uygarlığını kurmuşlardı.
Aynı dönemler Paflagonya´nın iç kesimlerinde Kaşkalar yaşamaktaydı. Bu dönemi,
Ege göçleri dönemi izledi. Avrupa´dan Trakya yoluyla Anadolu´ya geçerek
Mısır´a kadar uzanan büyük Kavimler Göçü sırasında Paflagonya bölgesinden pek
çok topluluğun geçtiği bilinmektedir. Bunlar arasında dorlar, bölgede 400 yıl
kadar üstünlük kurmuşlardır.
Antik Yunan kaynaklarında, Paflagonya´nın eski halkı olarak Henet, Kaukon ve
Mariandina toplulukları gösterilmektedir. Henetler, Cide-Amasra arasında,
Mariandinalar Ayancık dolaylarında oturuyorlardı. Kaukonlar ise, Eskişehir (Frigya)
yörelerinde yerleşmişlerdi.
Paflagonlar, hatti Devleti´nin yıkılmasına yol açan Kavimler Göçü´nün
karmaşası içinde, tahminen İ.Ö. 1100de bölgeye geldiler. Paflagonlar´ın geliş
tarihi, Henet, Kaukon ve Mariandinalar´dan sonra, ama onların kolları olan
Traklar, Bitinler ve Tinler´den önceki zaman dilimine gelmektedir. Paflagonlar,
yaşam tarzı itibariyle kendilerinden önce burada yaşamış olan Kaşkalar´a
benziyor, çoğunlukla çobanlıkla geçiniyorlardı. Ünlü tarihçi Herodotos
Paflagonlar´ı, Persler´in Ahameniş (Akamen) sülalesine vergi ödeyen
satraklıkları arasında saymaktadır. Ancak, Pafagonlar, o dönemlerde de kendi
beylerinin yönetiminde özerk bir yaşam kurmuşlardı. Bir diğer ünlü tarihçi
olan Ksenofon da bu bilgiyi doğrulamaktadır. Paflagonlar´ın 100.000´e yakın
askerleri olduğunu anlatan Ksenofon, bu kuvvetin bölgedeki güç dengesini
bozacak bir nitelikte olduğunu belirtmektedir. Bitin ve Tinler´in yanı sıra,
İ.Ö. 700-650 dolayında Kafkasya´dan Kimmerler de Paflagonya´ya kadar
gelmişlerdir. Kimmerler, Lidyalılar´ca buralardan atılıncaya kadar (İ.Ö. 584)
bu yörede yüzyıla yakın bir süre kalmışlardır.
Pontus Krallığı
Bölgede, çok sonraları Pontus Devleti´nin kurulduğu görülmektedir. Ama
devletin ilk başkenti Ameseia (Amasya) Paflagonya sınırları dışında kalıyordu.
Bir Paflagonya kenti olan Sinop, sonradan Pontus Devleti´nin başkenti oldu
(İ.Ö.183).
İskender´in ölümünden sonra onun komutanlarından Antigonos. Paflagonya
kıyılarını ele geçirdi. Bu dönemde, Ilgaz Dağlarının güneyi Galatyalı Mersias´ın
yönetimi altındaydı. Pontuslular İ.Ö. 126 dolayında, buraları da ele
geçirdiler.
Paflagonlardan sonra Anadolu´ya geçmiş olan Bitimler, batıda
Bursa-İznik-Bilecik dolaylarında, giderek güçlenen bir devlet kurmuşlardır.
Gangra´nın (Çankırı) bir yerleşim merkezi olarak kuruluşu da bu döneme
rastlamaktadır. Bu dönemlerde, yerel oyma beyleri, gerek Pontus Kralları,
gerekse Bitin ve Galat beyleriyle sürekli çatışıyorlardı. Mitridates
döneminde, bölge askeri hareketlere sahne olmaktan geri kalmadı. Özellikle,
III. Mitridates Savaşı sona erince Pontus Krallığı parçalandı. Pompeius Magnus´un
kendi adıyla anılan yasalarla getirdiği yeni bir düzen uygulanmaya başlandı.
Bu yeni düzen Paflagonya´nın Pontus ve Bitimya olarak ikiye ayrılmasına yol
açtı (İ.Ö. 104). Bitim Devleti ile Portus Kralı VI. Mitridates, Paflogonya´ yı
aralarında paylaştılar. Paflogonyanın iç kesimleri Pilaimenes soyunun
egemenliğine bırakıldı.
Roma Dönemi
MS 5 yılında Gangra (Çankırı), Antrapa (İskilip/Çorum) ile birlikte tüm
paflagonya, Romanın Galatya vilayetine bağlandı.
Roma döneminde bölgeyi en çok etkileyen olay, Galatya Kralı Deitaros´un
yönetimi oldu.
Deitaros, Roma İmparatoru Sezar´ın öldürülmesi olayını (M.S.41) katıldıktan
sonra, Paflagonya´ya döndü ve Trokme diye anılan Galat oymağının topraklarını
ele geçirdi. Deitaros Anadolu´daki Roma Eğemenliğinin önemli bir beyi
olmuştur. Yönetimi altına aldığı yörede, kent yapımında ve tarımının
gelişmesinde katkıları olmuştur. Roma topraklarının Doğu ve Batı olarak ikiye
ayrılmasından sonra ise, Paflagonya bir Doğu Roma Eyaleti oldu.
Bizans Dönemi
Bizans yönetimi altında Paflagonya, Honorias Pontus ya da Pilaimeles Teması
diye anılan yerel bir birim durumuna getirildi. Pompeiopolis (Taşköprü) bu
temanın başkenti oldu. Bu bilgilerin dışında bölgenin Bizans Dönemindeki
tarihi oldukça karanlıktır. Ancak 1082´de Türklerin bölgeye gelmesiyle Bizans
etkinliğinin kırılmaya başladığı görülür.
ANADOLU SELÇUKLULARI DÖNEMİ
1071´de başlayan Anadolu´nun fethi, Süleyman şahın 1075´de İzniki alarak
Anadolu Selçuklu Devletinin temellerini atmasıyla devam etmiş, aynı zamanda
1080´deki büyük Türkmen Göçü ile Anadolu´daki Türk nüfusu hızlı bir artış
göstermiştir. Bu fetihleri efsanevi olarak anlatan Danişmendnameye göre,
Çankırı´yı fetheden Emir Karatekin, Melih Danişmend Gazi ile Emir Artuk´un
arkadaşlarındandır.
Emir Karatekin, 1082´de Çankırı´yı aldıktan sonra Kastamonu ve Sinop´u
topraklarına katarak egemenlik alanını genişletmiş ve gücünü
sağlamlaştırmıştı. Danişmendname bu fethin Danişmendliler adına yapıldığını
söylerse de, Bizans kaynaklarıyla öbür kaynaklar, Emir Karatekin´i Süleymanşah´a
bağlı bir komutan olarak gösterir. Nitekim, büyük Selçuklu Sultanı Melihşah,
başta Süleymanşah olmak üzere Anadolu´da kendisine karşı bağımsız bir güç
oluşturan bu beylere karşı 1078´de Porsuk Bey, 1091´de Emir Bozan komutasında
ordular gönderdi; Emir Karatekin´de bu ordularla çarpıştı ve savunmasını
güçlendirmek için, Sinop yöresinden geri çekildi.
Türbesi Çankırı´da olan Emir Karatekin´in hangi tarihte öldüğü kesin olarak
bilinmiyor. Bilinen yörenin, I.Haçlı seferinin sonuna dek Türklerin elinde
kaldığıdır.1097´de İznik´i ele geçiren Haçlı ordularının Eskişehir üzerinden
güneye doğru yönelmeleri sonucu Çankırı, Haçlı işgalinden kurtulmuştur. Ancak,
1100de Danişmendli beyi Emir Gazi Gümüştekin´in Malatya önlerinde Antakya
Haçlı Kontu Bohemond´u tutsak alarak Niksara götürmesi, bunun üzerine de
1101´de Roymond´de Toulouse komutasındaki bir haçlı ordusunun Bohemondu
kurtarmak için harekete geçti. Ankara´yı da alarak yakıp yıkan bu ordu;
Çankırı önlerine gelmiş, kenti çok iyi savunan güçler karşısında başarısızlığa
uğrayınca yöreyi yağmalayarak Kastamonu´ya geçmiştir. Bu ordu Amasya
yakınlarında I.Kılıç Arslan ve Emir Gazi Gümüştekin´in güçlerine yenildi.
Haçlılara yardım eden Bizanslıların elinde kalan Çankırı yöresinin Emir Gazi
Gümüştekin 1106´da yeniden fethetti. I.Haçlı Seferinin etkisinin azalmasından
sonra, kendilerini toparlamaya başlayan Anadolu Selçukluları ile
Danişmendliler, birbirleriyle sürekli bir savaşa başladılar. Ayrıca
Danişmendliler arasında da taht kavgaları eksik olmuyordu. Bu durumda
yararlanan Bizanslılar, daha önce bitirdikleri bir çok yeri geri almaya
başladılar ve 1132´de Vali Alparslan yönetimindeki Çankırı´yı da ele
geçirdiler. Bir yıl sonra 1133´de Emir Gazi Gümüştekin Çankırı´yı Bizans
egemenliğinden kurtardı ve 1134´de de öldü. Bunun üzerine oğullarıyla Anadolu
Selçuklu Sultanı I.Mesut arasında yeni bir savaşı başladı. Bu arada Bizans
İmparatoru Ioannes, Kastamonu´da bozguna uğratan Bizans güçlerinin öcünü almak
için, kendi komutasındaki bir orduyla Çankırı önlerine geldi. Çankırı´daki
Türk valisi öldüğünden kenti savunan güçleri karısı komuta ediyordu. Bizans
ilerlemesine karşı, I.Mesut´la Danişmendli tahtına egemen olan Melik Muhammed
birleştiler. Bunun üzerine Ioannes, Marmara Bölgesine doğru çekilerek kışı
burada geçirdi. 1135 baharında yeni güçlerle Çankırı ve Kastamonu´yu kuşattı.
Zorlu savaşlar sonunda Çankırı Bizanslıların eline geçti. Kentteki Türkler
tutsak alınarak İstanbul´a götürüldü. Ancak Ioannes´in çekilmesinden kısa bir
süre sonra kent Türklerce geri alındı.
I.Mesud,
ölmeden önce (1155) eski Türk devlet geleneği gereğince ülkesini üç oğlu
arasında bölüştürdü. II.Kılınç Arslan´ı Konya´da sultan ilan ederken, küçük
oğlu Şahinşah´a Ankara, Çankırı ve Kastamonu yöresini verdi. Ancak, bu bölünme
I.Mesud´un ölümünden hemen sonra taht kavgalarına yol açtı. Önce I.Mesud´un
üçüncü oğlu Dolat öldürüldü. Sonra Şahinşah, Çankırı´da ayaklandı.
Damatlarından Yağıbasan´da, II.Kılınç Arslan´ın sultanlığını tanımayarak
Kayseri üzerine yürüdü. Uzun süren bu iç savaş sırasında Yağıbasan, Anadolu
Selçuklu tahtına çıkarmak istediği Şahinşah´ın ve Bizans İmparatoru Manuel´in
desteğini sağlayarak güçlendi ve 1162´de II.Kılıç Arslan´ı yendi. İstanbul´a
giden II. Kılıç Arslan, Bizansla bir anlaşma yaparak, yeniden Anadolu´ya döndü
ve yağıbasan´ın asıl merkezi olan Sivas´ı ele geçirdi. Bunun üzerine Yağıbasan,
Şahinşah´la birleşmek için Çankırı´ya geldi ise de 1164´de burada öldü. Bu
durum II. Kılıç Arslan´ın daha rahat hareket etmesini sağladı. Ankara ve
Çankırı üzerine yürüyerek Şahinşah´ı yendi ve yöreyi egemenliği altına aldı.
II.
Kılıç Arslan da ölmeden önce (1192) ülkeyi 11 oğlu arasında bölüştürdü.
Merkezi Ankara olmak üzere Çankırı, Kastamonu ve Eskişehir yöresini Muineddin
Mesud´a verdi. Ancak, ülkenin bu 11 parçaya bölünüşü daha II. Kılıç Arslan´ın
sağlığında kardeşler arasında taht kavgalarının başlamasına yol açtı.
Ölümünden sonra bu kavga giderek büyüdü. Bütün bunlara karşın Muineddin Mesud,
yöredeki Bizans topraklarında yeni fetihlere girişti. Daha sonra, aldığı bazı
yerleri, 1196´da Konya tahtını ele geçiren II. Süleymanşah´a vermekle birlikte
yöreyi egemenliğinde tuttu. Ancak, 1203´te Süleymanşah´ça öldürülünce, yöre
doğrudan Konya tahtına bağlandı. Daha sonra I. Keykavus´un (1211-1219) 1214´te
Sinop´u alması, yöreyi Karadeniz üstünden gelebilecek tehlikelere karşı daha
güvenli bir duruma getirdi. Anadolu Selçukluları´nın en parlak dönemi olan
Alaeddin Keykubad´ın saltanatı sırasında (1219-1237), Çankırı en dingin ve
zengin dönemini yaşadı. I. Alaeddin Keykubad, alası Cemaleddin Ferruh´u kente
vali atadı. II. Gıyaseddin Keyhusrev döneminde de (1237-1246) bir ölçüde süren
bu durum sırasında Anadolu´nun Moğol akınlarına uğraması, Anadolu
Selçukluları´nı büyük ölçüde sarstı. 1243 Kösedağ Savaşı´ndan sonra ülke
bütünüyle Moğol egemenliği altına girdi. Bu dönemde Çankırı çeşitli baskılara
uğradı. 1262´de II. Keykavus´un eski komutanlarından Ali Bahadır, Moğol
egemenliğine karşı Ankara-Çankırı bölgesinde ayaklandı. Ama başarılı olamadı
ve kaçmak zorunda kaldı. Moğollar´ın yöredeki egemenliğini temsil eden Sinop
Beyi Muineddin Mehmed Pervane, 1293´te Çankırı´yı yağmaladı, her türlü para,
mal, hayvan ve ürünü topladı.
BEYLİKLER DÖNEMİ
Çankırı yöresinin II. Kıçılarslan´ın oğlu Muineddin Mesud´ca yönetildiği
dönemde (1192-1203), Kastamonu´da fetihlere girişen Hüsameddin Çoban Bey, daha
sonraları yörede babadan oğula geçen bir gemenlik kurmuştu. Çankırı Fatihi
Emir Karatekin´in soyundan olan Hüsameddin Çoban Bey, I. Keykavus döneminde
(1211-1219) Melik ülumera (Beylerbeyi) unvanı taşıyordu. Çoban Bey, I.
Alaeddin Keykubad´ın tahta çıkışında (1219) Konya´ya giderek bağlılığını
bildirmesi sonucu I. Alaeddin Keykubad da onun beylik belgesini yenilemişti.
Yöredeki geniş Türkmen kitleleriyle birlikte Çoban Bey, bir uç beyi olarak,
Bizanslarla sürekli savaştı ve 1223´te Kırım´a yapılan sefere de katıldı. Bu
tarihten sonra kaynaklarda adına rastlanmayan Çoban Beyin öldüğü yer ve zaman
bilinmemektedir. Yerine geçen oğlu Hüsameddin Alp Yürek´in de yaşamı ve beylik
süresi üstüne bir şey bilinmiyor. Onun dönemi üstüne bilgilerimizin yokluğu,
1243 ten sonra Anadolu Selçukluları´nın Moğol egemenliğine girmesiyle de
ilgilidir. Nitekim, 1258 tarihli bir belgeden yöre gelirinin Vezir Tuğrayi´ye
verildiği anlaşılmaktadır.
Candaroğulları Yönetimi
İlhanlı tahtında Geyhatu, Anadolu seferinde II. Mesud´a yardım ederek Yavlak
Arslan´ın ortadan kaldırılmasını sağlayan Şemseddin Yaman Candar´a bu
hizmetine karşılık Eflani yöresini vermişti. Onun ölümünden sonra, yerine
geçen oğlu Süleyman Paşa, 1309´da bir baskınla Kastamonu´yu ele geçirerek
Mahmud Beyi öldürdü ve Çobanoğullarının yöredeki egemenliğine son verdi.
1341´den sonra ise oğlu İbrahim Bey´i Candaroğullarının başında görüyoruz. O
da 1345´te ölünce yerine amcasının oğlu Adil Bey geçmiştir. 1361 de beylik
tahtına Celaleddin Bayezid Bey çıkmıştır. Celaleddin BayezidBeyin dönemi
Candaroğulları ile Osmanlılar arasında ilk ilişkilerin ve çatışmaların
başladığı dönemdir.
Bayezid Bey, ölümünden önce beyliği küçük oğlu İskender Bey´e bırakmak
istiyordu. Buna karşı çıkan büyük oğlu Süleyman Paşa, kardeşi İskender Bey´i
öldürdükten sonra Osmanlılara sığındı. I. Murad´ın desteğini sağlayan Süleyman
Paşa, Osmanlı güçleriyle birlikte Kastamonu üzerine yürüdü ve 1384 yılında
Kastamonu Osmanlıların eline geçti. Bunun sonucunda Bayezid Bey Sinop´a gitti
ve böylelikle beylik ikiye ayrılmış oldu. Kısa bir süre sonra Süleyman Paşa
Osmanlı baskısına karşı çıkarak beylikten ayrıldı. Ama halk onun yönetimini
tuttuğundan, bu kez Osmanlılar yöreden çekildiler ve bu yerleri Bayezid Bey´e
bırakmak istediler. Bunun üzerine Bayezid Bey, Süleyman Paşa´ya karşı harekete
geçerek Kastamonu´yu aldı. Daha sonra yeniden Osmanlı´nın desteğini sağlayan
Süleyman Paşa, babası Bayezid Bey´in de 1385 te ölmesiyle kesin olarak
beyliğin yönetimini ele geçirdi. İlk önceleri Osmanlılarla dostça geçinen
Süleyman Paşa sonraları, özellikle Kadı Burhaneddin Ahmed´le anlaşarak
Osmanlılara karşı çıktı. Yıldırım Bayezid 1392´de Süleyman Paşa´yı yendikten
sonra öldürüldü ve Candaroğulları Beyliği topraklarının büyük bir bölümünü
Osmanlı topraklarına kattı. 1392´den sonra yalnızca Sinop yöresinde
egemenliğini sürdüren Süleyman Paşanın kardeşi İsfendiyar Bey, 1402´de
Yıldırım Bayezid´in Timur´a yenilmesiyle, Candaroğulları Beyliğinin eski
topraklarını yeniden ele geçirdi. Hatta Timur yardımlarına karşılık,
İsfendiyar Bey´e Çankırı´nın güneyindeki Kalecik´e değin uzanan toprakları
verdi. İsfendiyar Bey Fetret Döneminde Osmanlı şehzadeleri arasında taht
kavgasında dikkatli bir siyaset izleyerek yan tutmadı. 1423 yılında Çelebi
Mehmet´in kesin olarak egemenliğini kurmasından sonra da Osmanlılara karşı
sürekli bir dostluk siyaseti güttü. 1416 Eflak seferinde, oğlu Kasım bey
komutasında bir birliği Çelebi Mehmed´e yardım için gönderdi. Ancak, sefer
dönüşünde Kasım Bey, Çelebi Mehmed´den Çankırı, Kalecik, Tosya, Kastamonu ve
Küre-i Nuhas (Küre) yöresinin kendisine verilmesini istedi. İsfendiyar Bey de
Kastamonu ve Küre-i Nuhas (Küre) dışındaki yerleri Kasım Bey´e değil, Çelebi
Mehmed´e bırakacağını bildirdi. Sonuçda Ilgaz Dağısınır olmak üzere güneyde
kalan Çankırı, Kalecik ve Tosya yöresini alan Çelebi Mehmed, 1417 de buraları
Kasım Bey´e verdi. Çelebi Mehmed´in 1421 de ölümü, İsfendiyar Bey´in harekete
geçmesine neden oldu. Önce Kasım Bey´in üstüne yürüyerek Çankırı´yı ele
geçirdi ise de II. Murad Çankırı´yı geri aldı. Bundan sonra Osmanlılarla
Candaroğulları arasında kısa süreli birkaç savaş daha oldu. 1423 te varılan
anlaşmadan sonra, ilişkiler genellikle dostça sürdü.
OSMANLI DÖNEMİ
Çankırı yöresi 1417´den sonra Candaroğulları´ndan Kasım Bey´in yönetiminde
Osmanlı Devleti´ne bağlı olmakla birlikte, Kastamonu ve Sinop yöresinde
Candaroğulları´nın egemenliği sürüyordu. 1461´de Fatih Sultan Mehmed, Trabzon
seferine giderken, askeri ve ekonomik önemi olan Sinop´ u elinde tutan ve
Trabzon´ daki Pontus Devleti´yle de ilişkileri olan bu beyliği kesin olarak
ortadan kaldırdı.
Kasım Beyin 1464´ den sonra ölmesiyle Çankırı, Osmanlı yönetim düzeninde
Anadolu Eyaleti´ ne bağlı bir sancak merkezi oldu. II. Beyazid´ in
oğullarından Alemşah´ ın oğlu Osman Çelebi de, bir süre, Çankırı´da sancak
beyi olarak bulundu. Ayrıca Çankırı doğuya yapılan seferlerde bir menzil yeri
olarak belirlenmişti.
XVI. yy´ ın ortalarında bozulmaya başlayan ekonomik yapı ile birlikte artan
toplumsal devinimler Anadolu´ nun öbür kentleri gibi Çankırı´yı da
etkilemiştir. XVI. yy´ın ikinci yarısında ortaya çıkan bir başka önemli sorun
da besin maddelerinin darlığı olmuştur. Bu darlık nedeniyle özellikle 1574,
1575 ve 1576 yıllarında büyük sorunlar ortaya çıkmıştır. 1574´te Anadolu´ nun
çeşitli kentlerine zahire mübaşirleri yollandı. Bunlar beylerbeyleri ve sancak
beyleri ile birlikte zahire satın almakla görevlendirilmişlerdi. Halkın
tohumluk ve yiyecek gereksiniminden fazlası o günkü fiyat üzerinden
toplanacaktı. Ama bu yöntem etkili olmadı; genellikle halkın elindeki
alınırken yörede etkili kişilerin zahirelerine dokunulmuyordu. Ayrıca rüşvet,
önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştı.
Bu
dönemde toplumsal açıdan önemli bir olay da devlet görevlilerinin devlete
karşı çıkarak, etkili oldukları yörelerde başına buyruk bir yönetim
kurmalarıdır. Bunların başında tımarlı sipahiler geliyordu.
Çankırı Sancağı´ na bağlı Kurşunlu Kazası´ndan baba oğul her ikisi de tımarlı
sipahi olan Mehmed ve oğlu Murad adlı kişiler, tımarlı olmalarına karşın
rüşvetle subaşı olmuşlardı. Bu kişiler eşkıya reisi İbrahim ile birlikte yasal
olmayan bir biçimde halktan para topluyorlardı. Bu durum karşısında dayanma
gücü kalmayan halk, durumu İstanbul´ a bildirmiş, ayrıca, öbür kazalardan da
kurullar yollanmıştı. Verilen emirde sancak beyinin, Kurşunlu ve Çerkeş
kadıları ile birlikte bu iki zorbayı denetlemesi istenmiştir. Yollanan emir
gereği üç kadı ile Çankırı Sancakbeyi, Kurşunlu´da tımarlı sipahi Mehmed ve
oğlu Murad´ı yargılamaya başladılar. Bu tür davalarda, çevreye "davası olan
gelsin" denilerek haber vermek gelenkti. Bu haber üzerine kalabalık bir
şikayetçi topluluğu Kurşunlu´ya geldi. Bu arada olayı duyan çevredeki tımarlı
sipahiler de toplanmışlardı. Bunlar, davacılara saldırarak, mahkemeyi
bastılarsa da büyük bir tepki ile karşılaşınca, Kurşunlu´ dan kaçarak
canlarını kurtarabildiler. Sancakbeyi, bu durumda yargılamanın
yapılamayacağını bildirerek oturumu terk etti. Halkın direnmesine karşılık,
sipahileri tutan sancakbeyi kadıları da razı ederek davayı açtırmadı. Bunun
üzerine İstanbul, bu önemli davanın görülmesi için Ankara ve Sivrihisar
kadılarını görevlendirmek zorunda kaldı. Yine aynı yıllarda Kara Kader, Cafer,
Kirmani ve Şah isimli eşkıyaların da Çorum ve Çankırı yöresinde yol kesip
hırsızlık yaptıkları bilinmektedir.
1576´ da tüm Anadolu´yu etkileyen suhte (medrese öğrencisi) hareketleri,
Çankırı ve dolaylarında da görüldü. Örneğin 3 Ramazan 973 (24 Mart 1566)
tarihinde Amasya Beyi´ ne yazılan bir yazıda; "Kengırı sancağında bazı gurbet
ve suhte taifesinin toplanarak adam öldürdükleri ve yağmacılık yaptıkları
haber alındığından, bu gibilerin üzerine il erlerinin gönderilerek haklarından
gelinmesi", 21 Şevval 973 (11 Mayıs 1566) tarihli Lalaya ve Sultan Murad
Lalasına yazılan diğer belgede de; "Bolu´ da ve Kastamonu´ da suhte, Kengırı´da
da gurbet taifesinin toplanıp eşkıyalık yapmalarına mani olunması ve suçu
sabit olanların cezalandırılması" istenmektedir.
Bu olaylar sonucu halkın yöneticilerle olan ilişkilerinin gerginleştiği,
halkın zaman zaman ayaklananları ve eşkıyayı yöneticilere karşı kullandığı
bilinmektedir. Sonuçta ise yöneticiler kendilerini korumak amacıyla devriye
birlikleri kurmuş, böylelikle halkla ilişkileri daha da gerginleşmişti.
Anadolu´nun hemen her yerinden "selamlık", "sekban akçesi" adı altında vergi
toplandığına ilişkin haberler geliyordu. Tosya kadısı, Çankırı Sancakbeyinin
kethüdası hakkında yolladığı bir şikayet mektubunda, kethüdanın sancakta
görevli tımarlı sipahilerle düzeni sağlaması gerekirken paralarını alarak
sipahilere izin verdiğini, bunların yerine iki yüz adam toplayarak, sancak
halkına vergi saldığını bildiriyordu. XVII. yy´ın başlarında İzmit´te Çankırı
ve Çorum´a dek uzanan sancaklarda, beylerin buyruğunda çalışan zorbaların,
subaşı ve kethüda olarak, sekban bölükleriyle birlikte köyleri talan ettikleri
yolunda İstanbul´a sürekli şikayetler geliyordu.
1603 yazında, Çankırı halkı adına İstanbul´a gönderilen bir arzda,
sancakbeyinin halka iki kez vergi salarak, yirmişer kuruş topladığı, "yaylak
harcı" olarak bir akçe yerine bir kırmızı (altın) aldığı, bunları her ay
yandaşı subaşı ve sipahilere gönderdiği belirtiliyordu. Halk, sancakbeyinin
denetlenmesini ve topladığı paraların hazine adına kendisinden geri alınmasını
istemekteydi. İstanbul´dan Sancakbeyi´ne gönderilen yazıda yanlarında zorba
(yeni sipahi) bulundurmamaları emredilerek, bunlara uyulması, sancağın elinden
alınacağı bildiriliyordu.
XVIII. yy´da, Çankırı, Anadolu Eyaletine bağlı bir sancak olma durumunu
sürdürüyordu. Bu dönemde Çankırı Sancağı yönetiminde bir mütesellim
bulunuyordu. Sancakların, sayıları gittikçe artan mütesellimlerce
yönetilmesinde bu yerlerin arpalık olarak verilmesinin büyük ölçüde etkisi
vardı. Sancaklar, arpalık olarak, genellikle vezirlere verilmekteydi. Bu
sancaklara atanan paşalar genellikle yerel güçler ve zorbalarla anlaşamıyor,
çoğu kez zorbalarca haksız olarak İstanbul´a şikayet ediliyorlardı.
XVIII. yy başlarında bozulan ekonomik durum sonucu vergilerde önemli artışlar
olmuştur. Örneğin "nüzul vergisi" 1712´da Çankırı´da hane başına 600 akçeye
yükselmişti. Ayrıca, 30 akçe´de bunları toplamakla görevli mübâşirlere
veriliyor ve vergi böylece 630 akçeye ulaşıyordu. Malikhâne olarak verilmiş
köyleri ve mukataaları ellerinde tutanlar bu vergilerini devlete peşin olarak
ödediklerinden, buralardan kendileri için vergi toplamaktaydılar. Bazı
malikhane sahipleri vergilerin yeniden belirlenmesi ve yeni yerleşenlerin
vergilendirilebilmesi için İstanbul´a başvurmaktaydı. Örneğin Çankırı´da Ali
adlı bir malikhane sahibi, malikhanesine bağlı köylerde yeniden "haric ez
defter" (defter dışı) kişilerin ortaya çıktığı, bunlardan çift vergisi
alamadığı bildirerek, bunların deftere işlenmesi için tahrir yapılmasını
istemişti. Bu istek olumlu karşılanarak tahrir yapılması için "emr-i şerif"
çıkartılmıştı.
XVIII. yy´ın ikinci yarısında devleti uğraştıran önemli sorunlardan birini de,
bir türlü toprağa yerleştirilemeyen göçebe Türkmenler oluşturmuştur. Anadolu´daki
sancaklara yazılan fermanlarda yol kesen eşkıyalarla birlikte Türkmenlerin de
cezalandırılması istenmekteydi. Bu gruplar Çankırı ve dolaylarında etkili
olmakta ve çevreye zarar vermekteydiler.
Bu dönemde, özellikle vergi toplamada ve başka kamu işlerinin görülmesinde
devlet görevlilerinin büyük yolsuzluklar yaptıkları, halktan yasalarda
bulunmayan vergiler topladıkları anlaşılmaktadır. Örneğin, Çankırı halkı,
vergi toplamakla görevli mutasarrıfı, görevinden ayrıldıktan sonra, İstanbul´a
şikayet etmiştir. 1710´da yapılan bir şikayette, daha önce Çankırı Mutasarrıfı
olan Bulad Paşa oğlu İsmail Paşa´nın sancaktaki bazı kazalardan haksız vergi
aldığı bildirilmiş, durumun incelenmesi için Çankırı Kadısı´na bir ferman ve
sadrazam mektubu yollamıştır. Osmanlı Devleti´nin merkezi otoritesinin
zayıflaması sonucu ortaya çıkan ayânlar, 1768 Osmanlı-Rus Savaşında devletin
onlardan yardım istemek zorunda kalmasıyla daha da güçlenmiştir. Bunlar, bu
dönemden sonra salt ayân olarak kalmamışlar, güçlerini artırmışlar. Bunlar bu
dönemden sonra salt oğula geçen hanedanlar kurmuşlardır. Bu ailelerden biri
Çankırı´yı da içine alan geniş bir alanda hüküm süren Çaparzâdeler´dir. Bu
aile iki yüzyıla yakın egemenliğini sürdürmüştür. Bu dönemde aralarında
Çankırı´da olmak üzere bir çok ayân hakkında sayısız şikayetler yapılmıştır.
Çankırı´ya bağlı pek çok köyden, Mustafa Hatip oğlu Emrullah ve
yardakçılarının yüz elli-iki yüz kuruş aldıkları ve halka eziyet ettikleri
yolunda şikayetler olmuştur. Çeşitli köylerden gelenler ile şikayet edenler
arasında yapılan duruşmada, şikayetlerin asılsız olduğu anlaşılmış ve durum
Haziran 1802´da Çankırı Kadısınca bir mektupla İstanbul´a bildirilmiştir.
Çankırı´nın Çaparzade Süleyman Beyin (1782-1813) bölgesi olması nedeniyle,
Çankırı Sancağı´na bağlı Şabanözü´nde ayânlık iddia eden Hacı Ali oğlu Mehmed´in
cezalandırılması görevi Süleyman Beye verilmiştir. Yapılan araştırmalar sonucu
Mehmed hakkında yapılan şikayetlerin doğru olmadığı anlaşılmış ve Mehmed
resmen ayan olmuştur.
Çankırı ve çevresinde etkili olan Çaparzadeler önceleri yalnızca Bozok
(Yozgat) Mütesellimi iken, daha sonra aile kısa sürede daha da büyüyerek
gücünü arttırmıştır. Çaparzade Süleyman Bey döneminde devlet bu aileden sık
sık yardım istemiştir. Devlet, kimi zaman ayânlardan birinin yolsuz bir
davranışını önlemek için öbür ayânları kullanıyordu. Örneğin, Anadolu´da
çeşitli sancaklardan buğday istemişti. Bu sancaklar arasında Çankırı da
bulunuyordu.
Çankırı da halk, ayândan bazı kişilerle anlaşarak, halkın sefer nedeniyle bir
çok ödemede bulunduğunu belirtmiş ve zahireyi eksik vermişti. Bunun üzerine
sancak mutasarrıfın vekili olan mütesellime, ayânların "sürgün ve kalebend"
edilerek gereği gibi cezalandırmaları ve istenen buğdayın verilmesi
emredilmiştir.
Çankırı XIX. yy´da ana ulaşım yollarının dışında kalan bir yerleşim merkezi
olduğundan fazla gelişmemiştir. Ekonomik yaşamda geleneksel üretimi biçimi
sürmüş, buna bağlı olarak da önemli bir nüfus hareketliliği olmamıştır. Aynı
dönemde Osmanlı merkezi yetkesinin zayıflaması, Kadıkıran isyanı ile Çankırı´ya
da yansımıştır.
Türkmen kökenli ve isminin de Kadıkıran Mehmet olduğu bilinen kişinin isyan
hareketi, Osmanlı coğrafyasında diğer bir takım isyanların olduğu tarihle
paralellik göstermektedir. Aynı zaman dilimi içerisinde Tepedelenli Ali Paşa´nın,
Kavalalı Mehmet Ali Paşa´nın ve Yunan ayaklanmasının başlaması Osmanlı
yönetimini güç durumda bırakmıştır. Kadıkıran Mehmet´in 3.000 kişi ile
birlikte ayaklanması üzerine İbrahim Paşa, adamlarından Koca Arab´ı
ayaklanmayı bastırmak üzere göndermiştir. Bu arada Kadıkıran, sıraya
başvurarak affedilmesi ve bir il verilmesini talep etmişse de bu isteği
reddedilerek hakkında idam fermanı çıkarılmıştır. Kuvvetlerinin sayısını
5.000´e çıkaran Kadıkıran ile Koca Arab´ın Çankırı´daki Dümeli ovasında
karşılaştığı tahmin edilmektedir.
Ayaklanma bastırılınca Kadıkıran Mehmet önce İran´a, oradan da Rusya´ya
sığınmış, Rusların Tiflis elçisi de onu Erzurum´a, oradan da İstanbul´a
göndermiştir. Kadıkıran Mehmet´in ayaklanma öncesinde ve sonrasında Çankırı
Merkezi ile İl sınırları içerisinde oturduğu ve burayı merkez yaptığı tahmin
edilmektedir.
XIX. yy´ın ilk yarısında Çankırı Ankara Vilayetine bağlı iken, ikinci
yarısında, yeni idarî ve mülkî yapılanmaya paralel olarak Kastamonu Vilâyetine
bağlanmıştır. Bu dönemde Kastamonu vilâyetine Çankırı ile birlikte Sinop ve
Bolu sancakları da bağlıydı. 1894 yılında Çankırı merkez kazaya Koçhisar
(Ilgaz), Şabanözü ve Tuht (Yapraklı) nahiyeleri, Çerkeş kazasına da
Karacaviran, Bayındır ve Ovacık nahiyeleri bağlıydı. Çankırı sancağına dönem
dönem Kalecik ve İskilip kazalarının da bağlandığı bilinmektedir.
1899´da Çankırı merkezde askerî birlik olarak İkinci Kastamonu Fırkasının
Üçüncü Kastamonu Livasına bağlı Altıncı Çankırı Alayı, Ilgaz´da Beşinci
Kastamonu Alayına bağlı İkinci Koçhisar Taburu vardı. Subaylarının çoğunu
Yunan ve Girit savaşları gazilerinin oluşturduğu söz konusu askeri birliklerin
yanı sıra Çerkeş´te On İkinci Safranbolu Alanının İkinci Taburu bulunmaktaydı.
EVLİYA ÇELEBİNİN SEYAHATNAMESİNDE ÇANKIRI
Kengırı Kal´ası: Dağıstan ve Türkistan içre kalmış bir vilâyettir. İlkin
Kastamonu hâkimi ve Kötürüm Muharrem nâmelik vâsıtasıyla Brusa Rûm tekfûrundan
feth edilmiş ba´de Yıldırım Han´ın eline geçmiştir. Sonra Çelebi Sultan Mehmed
(822) tarihinde tekrar feth etmiştir. Zirâ timür vak´asında elden çıkmış idi.
Anadolu eyaletinde sancak beyi tahtıdır. Beyinin hâsı (35781) akçedir. Yedi
zeâmet (381) tımârı vardır.
Alaybeyi, Çeribaşı ve Yüzbaşısı vardır. Kanun üzre cebelileri ile beyinin
livâsı altında bin beş yüz askeri olur. Üç yüz pâyesiyle şerif kazâdır. Üç
Divân, Dört Divân, Kızıl Öz, Alaca Öz,
Alaca Mescid divânlarına kadar on iki divân nâhiyeleri vardır. Kadısına senevî
üç bir guruş beyine on bir guruş hâsıl olur. Amma şirret iblîs-i telbîs kavmi
vardır. Sipâh yeri olmağla kethüdâ yeri yeniçeri serdârı müfti, nakib,
muhtesibi, şehir kethüdası, şehir subaşısı vardır. Kal´ası murabba´ü´şekl seng
bina, köçek bir ribat, bir kapusu. Vâroşu vâsi-i fezade olup dört bin kadar
bağlı, bağçeli ma´mür haneleri havidir. Camilerinin en meşhuru (Sultan
Süleyman Hân Camii) olub bir minareli kurşun ile mestûr müzeyyen bir cami-i ma´murdur.
Âb û havası latif, halkı oldukça garib - dost olub memduhatından beyaz pirinç
bozası meşhurdur.
EVLİYA ÇELEBİ BİN DERVİŞ MEHMED ZİLLÎ
[Müellif; Evliya Çelebi Seyahatnamesi, [Tab-ı: Ahmed Cevdet, İlk Tâb-ı, 3.
Cilt., ss. 250-251, Dersaadet´te.
"İkdâm Matbaası", 1314 (1896)
Aynı yıl Çankırı´da 743 mahalle ve köy varken, XX. yy´ın başlarında sancağın
genel nüfusu kadın 76.375 ve erkek 77.417 olmak üzere toplam 153.792 kişiydi.
Nüfusun % 1´ini gayr-i Müslim ahali, kalanın ise Müslümanlar oluşturuyordu.
1867 yılında, ilk olarak, bugünkü Ziraat Bankasının temeli sayılabilecek
Menafi-i Umûmiyye sandıkları Çankırı, Çerkeş ve Kalecikte de açılmıştır.
1869 yılında açılan hastane, bugünkü Çankırı Hastanesidir. Daha sonraki
sâlnâmelerde de görüleceği gibi İnaç köyündeki bir dakik (un) fabrikasının
geliri söz konusu hastanenin giderlerine ayrılmıştır.
1872 yılında, diğer sancaklarda olduğu gibi Çankırı Sancağında da Ziraat
Komisyonu´nun oluşturulduğu, tarımda üretim çeşitliliğini arttırıcı yöntem
arayışları içine girildiği ve bu amaçla tahıl üretiminin çeşitliliğini
arttırıcı yöntem arayışları içine girildiği ve bu amaçla tahıl üretiminin
ağırlıkta olduğu bölgede ilk defa düzenli olarak susam ve afyon tohumu
ekiminin yapıldığı ve deneme maksatlı olarak bütün sancak dahilinde 20.000
adet dut fidanı ile 264.500 adet tütün fidanı dikiminin gerçekleştirildiği
bilinmektedir. Aynı yıllarda merkez ilçede 20.000 adet cehri fidanı, Çerkeş
Kazasında da afyon tohumuna ilâveten 33 kıyye (okka) kendir tohumunun ekimine
başlanmıştır.
Balkan savaşı sonrası, gerek savaştan memleketlerine dönen askerler, gerekse
muhacirlerle Anadolu´ya yayılan kolera, tüm kentleri olduğu gibi Çankırı´yı da
etkilemiştir. Bu dönemde başta Çankırı-İskilip yolu olmak üzere Çankırı-Tosya,
Çankırı-Ankara ve Çankırı- Kastamonu yollarında kordonlar oluşturularak şehir
adeta karantina altına alınmıştır. Mutasarrıflık ve belediyenin
koordinasyonunda, muvazzaf askerler ile halkın da katılımıyla bu salgın
hastalık, mümkün olan en az kayıpla atlatılmıştır.
Çanakkale Savaşı sırasında eşlerini ve babalarını cepheye gönderen Çankırı
kadınlar ve çocukları boş durmamış, kurdukları "Kengırı Askere Yardımcılar
Derneği" ile satın aldıkları yün ipliğini Ankara´daki 5. Kolordu tarafından
ödenmek üzere iplik yapıp çorap örerek söz konusu Kolordu merkezine
göndermişlerdir.
Çankırı Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait sosyal ve siyasal tarihi için
birincil derecede önemli kaynak, Çankırı Şer´iyye Sicilleri´dir. Halen Ankara
Milli Kütüphane´de bulunan söz konusu Şer´iyye Sicilleri 76 defterden
oluşmakta ve h. 1063-1330 (1653-1914) yıllarını kapsamaktadır. Çankırı Şer´iyye
Sicilleri´nin transkripsiyonunun yapılması ve bugünkü dilimize çevrilmesi ile
ilin tarihindeki bir çok karanlık nokta aydınlanmış olacaktır.
Mütareke ve Milli Mücadele
Mondros Mütârekesi imzalandığında Çankırı, Kastamonu vilayetine bağlı bir
sancaktı. Gerek birinci dünya savaşı yıllarında gerekse milli mücadele
döneminde savaşın doğrudan etkilerini yaşamadığı için, Çankırı´nın önemli bir
yıkıma uğradığı söylenemez. Topraklarının verimsizliği ve ticaret yollarının
dışında olması nedeniyle güçlü bir eşraftan yoksundu. İşsizlik yaygındı.
Savaştan dönenlerin iş bulamaması, zaten yoksul olan halkı daha da
yoksullaştırmıştır. Bu nedenle savaşı izleyen yıllarda eşkıyalık olayları
oldukça artmıştı. Aynı dönemde, Merzifon´daki Amerikan Koleji merkezli olan ve
Anadolu´nun kuzeydoğusunda bir Rum Pontus Devleti kurmayı amaçlayan örgüt
Çankırı´da gizli çalışmalar yürütüyordu. Örgütün zaman zaman silahlı
saldırılar yapması, dikkatlerin Çankırı üzerinde yoğunlaşmasına yol açıyordu.
Kuracakları devletin Çankırı´yı içine alacağını ileri süren Pontusçular´ın o
günlerdeki en önemli eylemi Ilgaz Dağı Doruk mevkiindeki jandarma karakolunu
basmaları ve Jandarmaları öldürmeleriydi. Çankırı halkının büyük tepkisine yol
açan bu olaydan sonra, Müslüman halkla Ermeni ve Rumlar arasında ciddi
sürtüşmeler baş gösterdi.
Öte yandan Meclis-i Mebusan´ın dağıtılması ve milletvekillerinin sürekli göz
hapsinde tutulmaları nedeniyle İstanbul´da çalışma olanağı kalmamıştı. Bu
yüzden 1920 Mart sonlarında Anadolu´ya göç başladı. Bu arada 12 Mart 1920´de
Mustafa Kemal bir genelge yayınlayarak olağanüstü bir meclis toplanması
gereğini dile getirdi. Bütün il ve sancaklarda temsilci seçimi yapılmasını
istedi. Seçilecek temsilcilerden oluşacak bu meclise, daha önce İstanbul
Meclis-i Mebusan´ında görev alan milletvekilleri de davetliydi. Bu davete uyan
çok sayıda milletvekili ve aydın İstanbul´u terk etmeye başladı. Bu yolculuk
esnasında başlıca yol izleniyordu. Bunlardan birincisi Adapazarı Geyve-Düzce
Bolu üzerinden Ankara´ya ulaşan karayolu, ikincisi de Şile- İnebolu deniz
karayoluydu. İnebolu´da karaya çıkan milletvekilleri at sırtında Kastamonu´ya
gidiyor, oradan da Çankırı´ya geçip bir iki gün konakladıktan sonra, Ankara´ya
ulaşıyorlardı.
13 Nisan 1920 de başlayan birinci Düzce- Bolu ayaklanması, kısa sürede
bölgenin benzer toplumsal özelliklerine sahip ilçeleri olan Gerede, Beypazarı
ve Safranbolu´ya yayıldı. Ayaklanmanın Ankara´yı da etkileyebilecek bir boyuta
ulaşması üzerine Mustafa Kemal 24 Nisan da, Bursa´da bulunan 20 nci Kolordu
Komutanı Ali Fuat Paşa´ya şu telgrafı çekti:
"Ayaklanma, Safranbolu ve Çerkeş´e yayılmıştır. Karışıklığın Ankara´ya doğru
geliştiği görülmektedir.Ankara´da faydalanılacak 700 kişi kadar kuvvet vardır.
Oradan alacağınız azami kuvvetle Ankara´ya gelmeniz gerekmektedir. Yüksek
cevaplarınızı makine başında, ivedi olarak beklemekteyiz."
Bu arada Genelkurmay Başkanı İsmet (İnönü) Bey de 25 Nisan da Çankırı´ya gelen
58 nci Alay Komutanı´na bir telgraf çekti. 58 nci Alay´ın hızla Çerkeş´e
giderek ayaklanmayı bastırmasını istedi. Bunun üzerine 58 nci Alay Çerkeş´e
yürüdü. Dört gün sonra 29 Nisan´da Kastamonu Valisi Cemal Bey, ayaklanmanın
sonucuna ilişkin olarak Ankara´ya şu bilgiyi verdi:
"Dışarıdan gelen bazı fesatçıların kışkırtmalarıyla Safranbolu´daki dükkanlar
kapanmış, telgraf muhaberesi kesilmiş ve önceden oraya gönderilmiş olan
jandarma takım komutanının vazifeden alıkonulmuş olduğu... Ayrıca, Çerkeş ve
Safranbolu´ya gönderilen milli kuvvetlerin dün İlçelere olaysız girdiği ve her
iki ilçede sıkıyönetim ilan edildiği..."
Çerkeş´teki küçük çaplı ayaklanmayı bastırdıktan sonra, 58 nci Alay 5
Mayıs´ta, Binbaşı Vasfi Beyin komutasında Gerede´ye yürüdü. Ancak, burada
yoğun bir ateşle karşılaşan birlikler dağılarak Çerkeş´e çekilmek zorunda
kaldılar. Ertesi gün, bu kez Kızılcahamam Müfrezesi´nin düzenlediği bir
saldırı Gerede önlerinde yine bozguna uğradı. Durumun yeniden kötüye gitmesi
üzerine, başarısızlıkları komutanların becerisizliğinde gören Mustafa Kemal,
Geyve´ye gelmiş bulunan Ali Fuat Paşa´ya yeni bir telgraf çekti ve acele önlem
alınmasını istedi:
"Ayaklanma durumunun önemini hakkıyla tahmin edeceğinize eminim. Kızılcahamam
ve Çerkeş istikametlerinde, sonradan yeni bir şiddetle genişleyen ayaklanma
Ankara´yı dışardan da tehdit edecek bir durum almıştır. Ankara, Keskin ve
Haymana gibi civarı ile beraber; ancak maddi baskı altında kendisini
gösteremeyen bir fesat yuvası bulunduğu muhakkak olduğundan, bugün Ankara,
yani bütün milli varlık, tehlike altında sayılmak gerekir. Konya ayaklanması´nı
da ayrıntılarıyla bilmektesiniz. Bundan dolayı, her şeyden önce, Ankara´da tam
anlamıyla güvenlik sağlamak için, bu fesat alanını çevreleyen
Safranbolu-Çerkeş-Kızılcahamam-Beypazarı- Mudurnu-Geyve hakkında savunmaya
geçilmesi gerekmektedir.bir defa bu durum tespit edildikten sonra,
ayaklanmanın yok edilmesi için esaslı tertipler düşünülebilir. Bundan dolayı
Adapazarı´na taarruzdan vazgeçebilir. Sizin, Geyve´den ayrılmanızda bir
sakınca yoksa, bütün bu işleri bizzat idare etmek üzere Ankara´ya şeref
vermeniz uygun olur."
Mustafa Kemal´in bu telgrafı üzerine, Ali Fuat Paşa ayaklanmayı bastırmakla
görevli birliklerin başına geçti; Çerkez Ethem güçlerinin de bu birliklere
katılımıyla Düzce-Bolu Ayaklanması 1920 Mayıs sonlarında bastırıldı.
Aynı yıl 19 Temmuz´da patlak veren İkinci Düzce Ayaklanması sırasında 58 nci
Alay´a bağlı birliklerin Çerkeş´te bulunması nedeniyle, İlçede herhangi bir
olay meydana gelmedi. Tersine buradaki birlikler Gerede Ayaklanması´nın
bastırılmasında önemli bir rol oynadılar.
Doğrudan işgal görmediği ve işgal bölgelerinden de oldukça uzak olduğu için,
Çankırı´da işgale karşı örgütlenmeler, ancak, Mayıs 1920 den sonra
gerçekleştirildi.
Çankırı ve yöresi Milli Mücadele günlerinde, doğrudan işgale uğramamış
olmasına karşı yoğun askeri etkinliklere sahne olmuştur. Bu dönemde Çankırı
deniz yoluyla yapılan ulaşım ve taşıma işlerinde önem kazandı. Deniz yoluyla
İnebolu Limanı´na gelen Osmanlı ordusu subay ve erleri, burada oluşturulan bir
ulaştırma örgütünce önce Kastamonu´ya oradan da Çankırı yoluyla Ankara´ya Batı
Cephesi´ne gönderiliyordu. İstanbul´da Kuvvayyı Milliye örgütünce gönderilen
silah ve cephanelerin taşıma işi de aynı yolla yapılıyordu. Giderek, buradaki
lojistik etkinlikler yoğunlaştırıldı ve 02 Şubat 1921 de Çankırı da bir Menzil
Nokta Komutanlığı kuruldu. Ulaştırma ve taşıma işleri de bu komutanlık
aracılığıyla yürütülmeye başlandı.
Çankırı´daki lojistik etkinlikler, Sakarya Savaşı sırasında daha da büyük bir
önem kazandı. Nitekim, 25 Ağustos 1921 de Çankırı´da bir hafta içinde 1.000
yataklık bir askeri hastane kuruldu. Çevre halkın yardımlarıyla donanımı
tamamlanan hastanede, cepheden gelen yaralıların bakımı yapılıyordu. Çankırı´nın
bu işe ön ayak olması öbür illerin halkını da harekete geçirdi ve kısa zamanda
cephe gerisinde önemli bir lojistik ve sağlık hizmetleri ağı kuruldu.
05 Mart 1922 de ise, Çankırı´da oluşturulan bir "amele taburu" na yol ve
köprüler onartıldı. Kışla ve menzil yapımlarında da kullanılan bu tabur,
askerlik çağını geçirenlerden ve sakatlardan oluşuyordu. Tabur, Büyük
Taarruzdan sonra dağıtıldı
ATATÜRK ÇANKIRI´DA
Atatürk 23 Ağustos 1925 günü sabahın erken saatlerinde yeni bir Anadolu
gezisine çıkıyordu. İki otomobil hazırlanmıştı. Birine Atatürk, Kütahya
Milletvekili Nuri (Conker) Rize Milletvekili Fuat (Bulca), ötekine
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik (Bıyıklıoğlu), Başyaver Rusuhi, Yaver
Muzaffer (Kılıç), Muhafız Birliği Komutanı İsmail Hakkı (Tekçe), Özel
Kalem´den Lütfi Bey bindiler. Yaverler ve İsmail Hakkı (Tekçe) nın dışında
herkes sivil ve şapkalı idi. Bu gezinin özelliği de Kastamonu ve İnebolu´da
Şapka Devrimini fiilen başlatmaktı.
Yolda Kalecik´e uğradılar. Tüney Hanı´na geldikleri zaman Çankırı Valisi
Cemil, Çankırı Milletvekillerinden Talat, Ziya ve Rifat beyler, Çankırı
Belediye Başkanı ve daha başkaları Atatürk´ü karşıladılar. Öğleye doğru
Çankırı´ya giriyorlardı. Çankırılıyı, başı açık, elindeki panama şapkasını
selam duran askeri birliği, öğrencileri ve binlerce Çankırılıyı, başı açık,
elindeki panama şapkasını sallayarak selamladı. Atatürk´ü şapkalı ya da başı
açık görenler, başlarına el atıyor, fes, kalpak ne varsa çıkararak ellerine
alıyor, Atatürk´ü başları açık selamlıyordu.
Yolu üzerinde kurbanlar kesilir, toplar atılırken Atatürk doğruca Çankırı
Belediyesi´ne geldi. Buzlu ayranlar içilirken hoşbeşler yapıldı. Atatürk o gün
çok neşeliydi. Çankırı´da, Kastamonu gezisi dönüşünde bir gün kalacaktı. Hep
birlikte Kurtuluş Kız Okulu´na geldiler. Öğle yemeği burada hazırlanmıştı.
Yemekten sonra, saat 13.30´da hemen otomobillere bindiler. Kastamonu´ya
uğurladılar.
Kastamonu Dönüşü Yine Çankırı´da
31 Ağustos 1925 Pazartesi günü öğleden sonra saat 17.00´de tekrar Çankırı´ya
giriyordu. İlk geldiği gün başını açan halk, şimdi bezden, keçeden diktikleri
şapkalarla Atatürk´ü karşılıyordu. Binlerce karşılayıcı arasında başı fesli
kalpaklı hemen hemen hiç kimse yoktu. Şapka bulamayan başı açıktı.
Çiftçiler bir kağnı arabasını başaklar, kırmızı-beyaz kurdelelerle süslemiş,
karşılamaya çıkmışlardı. Aşar vergisi kalktığı için Atatürk´e şükran duyguları
sonsuzdu. Atatürk onlara:
- Aşar kalktığı halde uygulamada sıkındı var diyorlar, doğru mu? diye sordu.
- Hayır Paşam, çok memnunuz, diye karşılık verdiler.
Atatürk´ün Kastamonu´daki "Şapka Gezisi" 23 Ağustos 1925 ten 31 Ağustos 1925
Pazartesi gününe kadar sürmüş, gezi her yönüyle başarılı olmuştu. Atatürk,
vatandaşların coşkun gösterilerinden, şapkayı, en ufak bir tepki
göstermeksizin hemen benimsemelerinden çok memnundu. Devrim Atatürk´ün bir
işaretiyle kendiliğinden oluvermişti. Daha hiçbir emir verilmeden halk
terzilerine harıl harıl şapka, kasket diktiriyor, bulamazsa başını açıyordu.
Yeryüzünde hiçbir devrim, bu kadar içtenlikle, anlayışla, isteyerek ve bilerek
yapılmamıştı. Halka şapkayı alıştıra alıştıra, önce memurlardan başlayarak
giydirelim diyenler aldanıyordu. Halk, Kastamonu ve Çankırı gezisiyle
birlikte, şapkayı çoktan giymişti. Yeter ki siz ona giyeceği şapkayı bulunuz.
Hükümete
geldikleri sırada bir İskilip Heyeti Atatürk´ü ille de İskilip´e götürmek
istiyordu. Atatürk: (Sevgili İskiliplilere teşekkürlerimi ve selamlarımı
götürünüz. Gezimi uzatmaya imkân kalmadı. Başka bir zamana...) dedi. Söz
şapkadan, giyimden açılmıştı. Atatürk;
- Kıyafeti, medenî bir şekle dönüştürmek için kanun falan gerekmez. Millet
karar verir, yapar. Yalnız bir Diyanet İşleri Reisi, buna bağlı müftü, imam ve
hatipler vardır. Bu sınıfa ait özel kıyafeti tanırız. Bu işlerle görevli
olmayanların aynı kisveyi giymeleri doğru değildir. Bu gibilerini kimse
tanımaz ve kabul etmez. dedi.
Atatürk, Hükümet Konağında daire müdürleri ve memurlarını ayrı ayrı tanıyarak,
ellerini sıktı. Görevleri ile ilgili sorunlar sordu. Sağlık Müdürü´ne:
- İlin sağlık durumu nasıldır? Derken, Tapu Müdüründen de tapu ve kadastro
konusunda bilgiler alıyordu. Akşam olmuştu. Çankırı Ortaokulu üst katı Atatürk
ve birlikte olduğu konuklar için hazırlanmış, dayanıp döşenmişti. Atatürk
ortaokula geldiği sırada Tahsin Nahit (Uygur) bir hoş geldiniz konuşması
yaptı. Atatürk bu konuşmaya şu karşılığı verdi:
- Çok derin, çok samimî duygularınıza teşekkürler ederim. Beni çok
sevdiğinizi, bana çok güvendiğinizi, işaret ettiğim hedeflere bütün
varlığınızla yürüyeceğimizi söylüyorsunuz. Benim buna verebileceğim cevap
şudur ki: Ben güven ve saygıya hak kazanacak başarılar göstermişsem, o da
sizlerin yardımlarıyla olmuştur. Güveninize yürekten inanarak, millî görevimde
muhtaç olduğum gücü ve yetkiyi sizden alıyor, sizde buluyorum. Bahtiyarlığımı
Çankırı´nın sevgili halkının karşısında yüksek sesle ifade ediyorum.
Sonradan, 1945 yılında, Çankırı´nın en büyük meydanında elinde şapka ile
dikilen Atatürk Heykeli´nin kaidesinde yerini alan bu sözler, o akşam herkesi
coşturmuştu. Fener Alayı ise Çankırı´ya, Çankırı´nın unutamayacağı bu mutlu
geceye ayrı bir güzellik katıyordu.
1925 yılının 1 Eylül sabahı...
Atatürk, Çankırı´dan Ankara´ya dönüyordu.
(Atatürk Çankırı´da yazısı Mehmet Önder´in "Atatürk Yurt Gezileri" isimli
kitaptan alındığı, 1998 yılı Çankırı İl Yıllığında belirtilmiştir.)